Karaburun

GEZELİM GÖRELİM KARABURUN

 

Eylül ayının en karanlık gecesi olan 14 Eylül’de Yıldız fotoğrafı çekmek için uygun yer arıyorduk. Hem İstanbul’a yakın olmalı, hem de görmediğimiz bir yer olmalı diye düşünürken, “Karaburun” tavsiyesi geldi.

Pozlama için uygun yer araştırmaya vaktimiz olması için yola erken çıkmaya karar vermiştik. Tabi ki Cuma akşamı tam iş çıkış saatinde yola çıktığımız için, maalesef hesaplarımız pek uymadı.

Karaburun’a vardığımızda karşımızda çok şirin bir balıkçı kasabası vardı. Limana vardığımızda Karadeniz’e doğru yola koyulmuş onlarca balıkçı teknesinin  sesini duymak çok güzeldi. Hazır alışveriş yapabileceğimiz yerler açık iken, gece için yiyecek içecek almak için limandan ayrılarak merkeze geliyoruz.

Yıldız pozlamak için ideal yerleri sorup araştırırken, tepemizden deniz fenerinin ışığı geçiyor. Biz şehir ışıklarından uzaklaşıp, gökyüzünün daha berrak görünebilmesi için İstanbul’dan kaçarken, ışık gücü olarak dünyanın en güçlü 3. fenerinin olduğu yere geliyoruz. Şile fenerinden sonra Türkiye’nin de ışığı en uzun mesafeye ulaşan feneri.

Hazır gelmişken fener ile ilgili biraz daha bilgi toplamaya başlıyoruz. Denizden yüksekliği 54 metre, kulenin yüksekliği ise 12 metre olan fenerin ışığı 15 mil mesafeyi aydınlatıyor. Kıyı emniyetine bağlı olan bu fenerin bulunduğu alan ayrıca gemi kurtarma çalışanlarına da ev sahipliği yapıyor. Fenerin deniz tarafında ise “kimsesizler mezarlığı “ bulunuyor. Ne olduğunu merak ettiğimizde denizde bulunan sahipsiz cesetlerin buraya gömüldüğünü öğreniyoruz.

Duyduklarımız ve gördüklerimizden sonra Karaburun bizim için biraz daha ilginç bir hal almaya başlıyor. Fotoğrafı çekip dönmektense, ertesi günde orada olup, gündüz gözü ile görüp araştırmaya karar veriyoruz.

Yıldız fotoğrafı için de fenerin aydınlığı altında , en azından daha az süre pozlayarak sahilden çekim yapmayı deniyoruz. Sahile varmak için, oldukça uzun bir merdivenden aşağıya doğru iniyoruz. Denize doğru yapacağımız çekimde , çok uzaklarda bulunan balıkçı teknelerinin küçücük ışıkları fotoğrafımızı olumsuz yönde etkileyecek. Bir diğer tarafta da fener olduğu için orayı pozlamamız imkansız. Yine de birkaç fotoğraf çekmeyi deniyoruz. Fenerin olumsuz etkileyeceğini düşünürken, düzenli gelen ışığı ile birlikte yan tarafımızda normalde karanlık kalması gereken yeri aydınlatması ile hoş bir görüntü elde ediyoruz.

Sahilde hem fotoğraf hem muhabbet derken, balıkçı teknelerinin seslerinin fazlalaşması ile artık neredeyse görünür hale gelmelerinden havanın aydınlanmaya yakın bir vakit olduğunu fark ediyoruz. Her ne kadar o merdiven gözümüzde büyüse de sırt çantalarımızı yüklenip yukarı aracımızın yanına doğru çıkıyoruz.

Tekrar limana vardığımızda, limanı bir hayli kalabalık görüyoruz. Her yanaşan tekneye insanlar hızla yaklaşıyor. Teknelerden kasalar ile palamutlar iniyor. Ve çevre köylerden gelen kişiler kasalar ile alış yapıyorlar. Balıklar öylesine taze, öylesine güzel görünüyorlar ki biz de dayanamayıp kendimize alıyoruz.

 

Balıklarımızı aracımıza bırakıp yürüyerek liman ve köy merkezini dolaşıyoruz. Yaz bitmek üzere olduğundan dolayı nüfus iyice azalmış. Birçok ev yazlık olarak kullanılmış ve seneye yaza kadar perdeleri örtülmüş. Yola çıkmadan evvel son olarak tekrar plaja gitmeyi düşünüyoruz. Gündüz gözüyle çok daha güzel. Denizi, tipik Karadeniz. Denizde ne kadar ilerlerseniz su sanki hiç yükselmiyor. O gün sakin ve dalgasız olan deniz, kış ayların da tüm kumsalı kaplıyormuş.

Eve döndükten sonra ilk iş aldığımız balıkların tadına bakmaktı. Her ne kadar damak tadım çok iyi olmasa da bu yediğim palamudun, tadı daha önce yediklerimden çok daha farklıydı. Ve balıkçıların bize söylemiş olduğu, “pişirdikten sonra üzerine kekik döküp öyle tadına bakın” sözünün ne kadar doğru bir söz olduğunu anladım. Beklide gezinin en akılda kalanı “Kekikli palamut” oldu….